2021 yılının güzünde düzenlenen Almanya ve Norveç seçimlerinde popülist sağcı partiler gerilemişti. Almanya’da AfD, Norveç’te FrP hatırı sayılır oy kaybına uğramışlardı. O vakit radikal sağın Avrupa’da erimeye başladığını düşünen yorumcular olmuştu. Bundan neredeyse tam bir yıl kadar sonra, 2022’nin Eylül ayında, bu kez popülist sağın İsveç ve İtalya’da yükselişine tanık olundu. Anlaşılan o ki, daha uzun bir süre, dönemin konjonktürüne bağlı olarak popülist sağın dünyada ve özellikle Avrupa’da iniş ve çıkış dalgalarını göreceğiz.
Giriş
Gelişmiş Batı ülkeleriyle Asya’nın, Afrika’nın yoksul ülkeleri arasında zaten var olan gelir eşitsizliği, 1980’lerin ortalarından itibaren ivme kazanan küreselleşmenin etkisiyle kabul edilemez boyutlara ulaştı. Ülkeler arasında son yarım yüzyıl içinde oluşan olağanüstü gelir eşitsizleşmesi, özellikle iklim değişikliği -kuraklık/kıtlık vb- nedeniyle meydana gelen açlık ve bunlara ek olarak bazı bölgelerde oluşan ve sivillerin zarar gördüğü savaşlar büyük göç dalgalarının oluşmasına yol açtı.
Göç alan ülkelerde ekonomik sorunların yanı sıra sosyokültürel sorunlar da belirmekte. Sığınmacılar ve göçmenlerin sıklıkla neden olduğu güvenlik sorunları, göç alan ülkelerde ırkçılığı tetiklemekte. Tüm bu süreçler, göç alan ülkenin düşük eğitimli seçmenlerinin zihninde “göçmen ile suçluluk” özdeşleşmesine ve buna bağlı olarak da bazı siyasal akımları kimlik politikası yoluyla bu türden seçmenlerin oylarını almaya yöneltiyor. Esasen popülizme açık böyle bir partiye/lidere “bir düşman kavramı – göçmenler, dış odaklar, AB- bunları hedef alan aldatıcı ve kutuplaştırıcı bir söylem ve de söylenenlere inanmaya hazır çaresiz ve eğitimsiz yığınlar” gereklidir. Dolayısıyla, yukarıda üzerinden hızla geçilen süreçler var oldukça, göç alma durumundaki ülkelerde radikal sağ popülist dalga bir inecek, bir çıkacaktır.
Kaldı ki bu süreçlere ek olarak son dönemde Avrupa’nın ana akım partileri pandemi dönemi, Ukrayna savaşı ve onun tetiklediği enerji krizi ve de patlayan enflasyon nedeniyle daha da yıpranmıştır. Bu, tam da popülizme ve radikal sağa uygun bir sosyal ve politik ortam yaratmaktadır.
İsveç
İsveç’in seçimi
İsveç, 11 Eylül günü, 349 parlamenterini seçti. 2018’de yapılmış bulunan bir önceki seçimde en çok oy alan Sosyal Demokratlar, ülkeyi dört yıl boyu önce Löfven başbakanlığında koalisyon kurarak, 2021’den itibaren de solun desteğini alıp Andersson’un başbakanlığında tek parti olarak yönetmişti. Esasen İsveçli Sosyal Demokratların 2000’li yıllara değin ülkenin egemen partisi konumunda olduğu ve 1990’lara değin 40 yıl kadar bir süre aralıksız iktidarda kaldığı biliniyor. Bu seçimde de aldığı %30,3 oranındaki oy, onu ülkenin en büyük partisi yaptı. Ancak bu kez, Sosyal Demokratlar, Merkez Parti, Sol Parti ve Yeşiller’in oluşturduğu sol blokun milletvekili sayısı 173; karşısında ise sağ bloktan 176 milletvekili var.
Seçim kampanyası, başta ülkenin NATO’ya girişi konusu gölgesinde ama enerji, ekonomi konularının yanı sıra esas olarak göç ve göç kaynaklı güvenlik sorunu ekseninde oluştu. Ortam, tam da radikal sağın popülistlerine uygundu; adı -ne hikmetse- “İsveç Demokratları” olan popülist sağ parti, merkez sağı geride bırakarak %20,5 ile ikinci parti konumuna yükseldi. Eskiden Sosyal Demokrat Parti egemenliğindeki sol blok ile merkez sağda Ilımlılar çevresindeki Hıristiyan Demokratlar ve Liberallerin oluşturduğu sağ kutuptan oluşan İsveç parti sistemi böylece uç sağda bir üçüncü ideolojik kutup edinmiş oldu.
Popülist “İsveç Demokratları”
İlk kez 1998 seçiminde %0,4 oy alarak boy gösteren radikal sağ, kendini son on yılda yavaş yavaş yükselerek var etti: 2010’da %5,7; 2014’te %12,3; 2018’de %17,5 ve 2022’de %20,5. Radikal sağın İsveç’te ilerlemesi üç aşamada gerçekleşti. Önce 2008 krizinde yaşanan iş kaybı soldan uç sağa bir kayma meydana getirdi. Solu bu nedenle terk edip radikal sağa kayanlar, ekonomi toparlandıktan sonra da geri dönmedi. Kronolojik olarak ikinci neden, demokrafik yapının yoğun ve hızlı göç yoluyla uğradığı değişimdi. Gerçekten de 20 yıl önce İsveç nüfusunun %10 kadarı İsveç dışında doğmuş yurttaşlardan oluşmaktayken bugün bu oran %20’yi aşmıştır. Nihayet son dönemde meydana gelen kitlesel cinayetler ve kentlerdeki güvensizlik, doğrudan doğruya göç yoluyla gelen yabancılarla ve onların gelmesine yol açan göç politikalarıyla ilişkilendirildi.
Radikal sağ, oylarının çoğunu kırsal bölgelerden ve göçe duyarlı kesimlerden aldı. Son dönemde görülen güvenlik sorunu, göç ile ilişkilendirilerek yabancı karşıtlığı körüklendi. Popülistler, dünyada tolerans simgesi olarak bilinen İsveç toplumunun bünyesinde, ana akım partilerinin göçmen politikasını eleştirerek başarı kazandılar. Şimdi soldan olsun, sağdan olsun tüm sistem partileri İsveç Demokratlarını hükümetten uzak tutmaya çalışıyor. Radikal sağ, daha önce de oyları iktidarda yer almaya yettiği halde Avusturya, Almanya gibi ülkelerde hükümetten uzak tutulmuştu. Ancak bu durum İsveç ana akım sağını, ya sol bloktan merkeze yakın partilerle birlikte koalisyon kurma ya da yine muhalefette kalma gibi kendisi açısından sevimsiz seçeneklerle karşı karşıya bırakıyor.
Şimdi ne olacak?
Öte yandan radikal sağı iktidardan uzak tutmak, iktidara gelen ılımlı sağ partilerin zaman zaman radikal sağ politikalar uygulamaması anlamına da gelmiyor. Bazen bunlar da, oylarını uçtaki popülist partiye kaptırmamak için örneğin göç politikasını sertleştiriyor. Yine bunlar da, Avrupa popülist sağının belirleyici özelliği olan AB karşıtlığına –İsveç Demokratlarının Swexit dediği AB’den çıkış sürecine yönelmeseler de- oy kaygısıyla özenebiliyorlar. Ayrıca radikal sağın -Avusturya’da, Finlandiya’da ve geçtiğimiz dönemde İtalya’da- koalisyon hükümetinde yer alması söz konusu popülist akımlara bir tür meşruiyet bağışlıyor. Ancak bunlar da, iktidarı paylaşmanın “ideolojik bedelini” yerleşik düzene gittikçe uyum sağlayıp yumuşayarak ödüyorlar.
Şu anda İsveç’te 176 milletvekili ile ucu ucuna çoğunluğu alan –popülist İsveç Demokratlarının da dahil olduğu- sağ blokta en çok oy alan popülistlerin başkanına hükümeti kurma görevi verilmiyor. O pas geçilecek ve daha az oya sahip merkez sağ Ilımlıların Başkanı Kristersson hükümet kurmayı deneyecek. Ancak onun seçeneklerinin ne ölçüde sorunlu ve işinin ne kadar zor olduğu yukarıda belirtildi. Kaldı ki, pek de demokratik sayılmayacak bir yöntemle ekarte edilen radikal sağcı partinin genel başkanı Akesson da iktidar talep etmekte. O da, kısıtlayıcı göç politikasında ve AB’den çıkma konusunda ısrarlı. Şimdilik en yüksek olasılık, radikal sağın dışarıdan desteklediği Ilımlılar ile Hıristiyan Demokratların kuracağı bir azınlık hükümeti. Bu durumda da hükümet, kuşkusuz ki, dışarıdan destek veren popülist sağın baskılarını göğüslemek zorunda kalacak. Seçmenlerin toplam %24,4 kadarının oyuna sahip bu iki partinin dışarıdan destekle sürdürülebilir bir hükümet kurması zor görünse de İsveç’in siyasal gelenekleri böyle çözümlere elverebiliyor. Esasen şu anda, İskandinavya’nın popüler kadın hükümet başkanlarından Magdalena Andersson işleri yürütüyor. Unutulmamalı ki, 2018’de hükümetin kurulabilmesi için müzakereler seçimden sonra 134 gün sürmüştü.
İskandinavya’da popülist radikal sağ
İskandinavya’nın dört büyük ülkesi olan –alfabetik sırayla- Danimarka, Finlandiya, İsveç ve Norveç’te bu türden partiler bundan üç yıl öncesine değin ilk üç parti arasında yer alıyordu. Radikal sağın son iki seçim performansı bu ülkelerde aşağıdaki gibi oldu.
DANİMARKA | 2015’te %21,1 ile 2. parti; 2019’da sert bir düşüşle %8,7 |
FİNLANDİYA | 2015’te %17,7 ile 2. parti; 2019’da %17,5 ile yine 2. parti |
İSVEÇ | 2018’de %17,5 ile 3. parti; 2022’de %20,5 ile 2. parti |
NORVEÇ | 2017’de %15,2 ile 3. Parti; 2021’de %11,7 ile ilk üç dışında |
Görüldüğü üzere, radikal sağ popülist partiler, kısa süre öncesine değin, İskandinavya sistemlerinin tümünde ilk üç parti içinde yer almış olup şu anda da Finlandiya ve İsveç’te 2. büyük parti konumunda. Bunlar, asırlık sosyal demokrat partilerin hemen ensesinde ve yine asırlık merkez sağın önünde bağımsız birer ideolojik kutup oluşturuyor.
İtalya
İtalya’nın yakın siyasal geçmişi
1990’lara değin İtalya’da merkez sağı Hıristiyan Demokratlar, solu ise İtalyan Komünist Partisi temsil ediyordu. Bu iki partinin toplam oyu, 1990’lı yıllara varıncaya değin, %60’ların altına inmemişti. İtalyan Komünist Partisi, 1970’li yıllardan itibaren çoğulculuğu kabul eden ve Moskova’dan bağımsız bir komünizm anlayışını benimseyen “Avrokomünist” bir partiye dönüşmüştü. Hıristiyan Demokratlar ile birlikte toplam oyları 1976’da %73’ü aşmış olan bu parti, Berlin Duvarı’nın yıkıldığı 1990’lardan itibaren başka sol formasyonlarla birleşerek bir sol ittifak kurdu. Bu arada dikkati çeken olgu, seçimlere katılımın %90’ların altına düşmemesi, yani İtalyan seçmeninin motivasyonuydu.
Berlusconi de 1994’ten itibaren sağı temsilen parti sistemine girdi. 1996 seçiminde bölgecilik yaparak oy toplayan –orijinal adıyla Lega Nord- Kuzey Ligi de, daha sonra Berlusconi’nin Forza Italia’sının başını çektiği merkez sağ kutbuna katıldı. Çok sayıda formasyondan oluşan İlericiler Kutbu ile yine çok partiden oluşan Merkez Sağ Kutbu, 20. yüzyılın ilk on yılında, oyların %80’inden fazlasını aldı. Ancak 2013 seçiminden itibaren ortaya, Beş Yıldız adlı hem sağda hem de solda popülizm yapan bir parti çıktı ve mevcut iki kutba eklenerek üçüncü bir kutup oluşturdu.
2018 seçiminde ise meydana bambaşka bir tablo çıktı. Salvini yönetiminde bölgecilik ipoteğinden arınarak Lega adını alan radikal eğilimli partinin başını çektiği sağcı ittifak, oyların %37 kadarını alırken; Di Maio yönetimindeki Beş Yıldız %32,7’sini, İlericiler Kutbu ise %23,9’unu aldı. Bu dönemde başbakanlığı Beş Yıldız’a yakın Conte ve 2021’den itibaren de Draghi üstlendi. Draghi’nin geniş kapsamlı koalisyon hükümetine muhalefet eden tek parti, İtalya’nın Kardeşleri –orijinal adıyla Fratelli d’Italia- partisi idi. Bu konumu, ona, son seçimde çok yarar getirdi.
İtalya’nın son seçimi
25 Eylül günü, 400 parlamento ve 200 senato üyesini seçmek üzere sandığa gidildi. Sonuçta yine üç ideolojik kutup oluştu; ama esas aktörler değişti. Sağda faşist eğilimli Meloni’nin “İtalya’nın Kardeşleri” partisinin %26 ile başını çektiği grupta Salvini’nin Lega’sı %8,8 ve Berlusconi’nin Forza Italia’sı %8,1 oy aldı. Grup 237 milletvekilliği elde etti. Merkez solda Demokrat Parti, Yeşiller vb toplam %26,1 oyla parlamentoda 85 sandalye kaptılar. Üçüncü kutup olarak yine Beş Yıldız belirdi. Parlamentoyu esas alarak –ki, Senatoda da sonuçlar çok benzer- özetleyelim:
Sağ koalisyon | %43,8 oy ile 237 milletvekilliği |
Sol koalisyon | %26,1 oy ile 85 milletvekilliği |
Beş Yıldız | %15,4 oy ile 52 milletvekilliği |
Azione-Liberaller | % 7,8 oy ile 21 milletvekilliği |
Bu noktada dikkat çekilmesi gereken konuların başında sağ koalisyon dediğimiz grubun, aslında “post-faşist” kimlikli İtalya’nın Kardeşleri hareketi ağırlıklı bir yapıda olmasi sorunu gelir. Ayrıca Salvini’nin Lega’sı da radikalizme yatkın sağ popülist bir formasyondur. Dolayısıyla “sağ koalisyon”, aslında “uç sağda gezinen popülist bir koalisyondur. İkinci önemli husus da bu seçimde görülen %63,7 oranındaki katılımın İtalya için çok düşük olmasıdır. Düşük katılım, kısa süre önce Fransa’da da görüldüğü gibi, radikal ve popülist siyasal partilerin işine yarar. Çünkü onların seçmenleri yüksek motivasyona sahip oldukları için sandığa gider; sandığa gitmeyenler, merkeze yakın seçmenlerdir. Bu sav İtalya’da, 2022 seçiminde de doğrulanmıştır. Bir üçüncü faktör de seçim sisteminin temsilde görece adaletsizliğidir. Nitekim sağ koalisyon %44 oy ile parlamentonun %60 kadarını alabilmiştir.
Kampanya, Meloni ve kaygılar
İtalya’nın yeni ve ilk kadın başbakanı olmaya aday kişi radikal sağcı bir politikacıdır. Zaten içinde Orban’ın Macaristan’ı, Kaczynski’nin Polonya’sı; kıyısında da Putin’in Rusya’sı ve Erdoğan’ın Türkiye’si gibi dertleri bulunan Avrupa, şimdi de Meloni yüzünden endişelenmeli midir? Belki; ama bir siyasal gözlemci için esas kaygı verici olan, İtalyan seçmeninin değişkenliği ve istikrarsızlığı; dolayısıyla da parti sisteminin bu Avrupa’nın üçüncü büyük ülkesinde kısa dönemde farklılaşma eğilimidir. Kısaca İtalya’nın siyasal gidişinin öngörülemezliği ürkütücüdür. Öte yandan İtalya, Avrupa’yı II.Dünya Savaşı sırasında kasıp kavuran iki ülkeden biridir. Ancak İtalya, Almanya’nın yaptığı gibi Nazizm’i aklında tutarak bu türden eğilimlere yasak koymamış; savaş sonrasında Faşizm’i unutuvermeyi yeğlemiştir. O nedenle savaş sonrasında da İtalyan siyasal sahnesinde neofaşist partiler eksik olmamıştır.
Seçim kampanyası, popülist radikal sağ için elverişli bir çerçevede gerçekleşti. Enerji, resesyon, enflasyon, ekoloji görece geri planda kaldı. Göçmen politikası ve güvenlik sürekli ön plana çıktı. Bu noktada Meloni’nin kimliği ve kişiliği üzerinde durmak, hem İtalya’nın Kardeşleri adlı partinin başarısını hem de İtalya’nın yakın geleceğini anlamak için önemlidir.
Meloni daha yirmisine basmadan, Mussolini hayranlığının siyasal arenada devamını simgeleyen 1946’da kurulmuş ve daha sonra sağ koalisyonlar içinde erimiş neo-faşist İtalyan Sosyal Hareketi (MSI)’nin militanıydı. Siyasal yaşamı faşist değerleri içselleştirmiş ortamlarda geçmiştir. Onun için millet, bireyin özgürce seçtiği bir sosyal birim değil ama ortak kimliğe yaslanan, homojen, tek tip bir kitledir; kan birliği gerektirir. Zaten sloganlarından biri de “bir millet, bir halk, bir dil ve bir bayrak”tır. Ona göre yasalar da etnik ve dinsel ilkelere dayanmalıdır. Ayrıca tüm sağcı popülistler gibi, o da LGBTİ türünden kategorileri, kürtaj karşıtlığını vb diline dolayıp aile kavramını yüceltir. Meloni ateşli bir hatiptir; ama devlet deneyimi ve ekonomi bilgisi zayıftır.
Yakın gelecekte İtalya ve AB-İtalya
Nasıl oldu da İtalya’nın Kardeşleri, diğer iki sağcı partiyle birlikte bu denli kapsamlı bir başarı kazandı? Öncelikle sol bir araya gelemedi ve seçmen tarafından elitin akımı gibi algılandı. Daha sonra, merkez sol Demokratlar ile Beş Yıldız uzun müzakerelere girişip sonuçta anlaşamadılar ve meydanı popülist sağa bıraktılar. Ayrıca her seçimde bir protesto dalgasıyla yeni bir siyasal hareketi yukarı taşıyan İtalyan seçmeni bu seçimde de İtalya’nın Kardeşleri’ni doruğa çıkardı. Aynı seçmen 2012’de kurulan bu partiye 2013 seçiminde %2 oy vermiş, protesto oyunu ise o zaman yeni kurulmuş Beş Yıldız’a yöneltmişti. 2018’de ise Meloni %4,4 ile yetinmek zorunda kalmış, protesto oyu bu kez Lega’yı yukarı taşımıştı. Aynı bıkkın seçmen protestosu 2022’de ise Meloni’yi iktidara getirdi. Özetle Meloni’nin, değişken İtalyan seçmenleri Mussolini nostaljisi çektikleri için değil, bir önceki iktidardakilerden bıkıverdiği ve onun çekici popülist söylemine kandığı için seçilmiş olduğunu öne süren gözlemciler çoktur.
İtalya’nın yüksek olasılıkla ilk kadın başbakanı olacak Meloni’nin, bu konumunda, erkek partnerlerinin egosuna karşı baş etmesi kolay olmayabilecek. Ayrıca iki erkek partnerin de aralarında çok ciddi duruş farkları var. Örneğin bunlardan ideolojik kökeni Meloni’ye yakın olan Salvini’nin AB karşıtı olmasına karşılık Berlusconi AB yanlısıdır. Sağ blokun her üç ortağının Avrupa siyasal sahnesinde, kendilerine benzer ama farklı özel dostlukları vardır. Meloni İspanya’nın radikal sağ popülist partisi Vox ile yakınlık kurmuşken, Berlusconi ciddi bir Putin hayranıdır. Salvini ise Fransa’dan kendi ideolojik yaklaşımına uygun Le Pen ile ve Orban ile yakın ilişkiler içindedir. Öte yandan Meloni’nin, İtalya’nın AB partnerlerinden Almanya ve özellikle Fransa’yı daha seçim kampanyası sırasında eleştiri bombardımanına tutması, Birlik içinde yaşanabilecek sorunların habercisidir.
Zaten “Italexit” adlı parti, AB’den çıkma talebiyle parlamentoda bir milletvekili ile temsil edilmekteyken Meloni’nin İtalya’yı Macaristan ve Polonya gibi ülkelerin yanında yer almaya yöneltmesi AB için en iç karartıcı senaryodur.