Aydın Cıngı – Avrupa’da Farklı Siyasal Yönelimler

Son yıllarda saptanan ve tüm solcuları ve sosyal demokratları kaygılandıran bir siyasal görüntü var: Avrupa solu tükeniyor ve siyaset, sağ popülist söylem etkisiyle sağa savruluyor. Bu olgu, pek çok gözlemci tarafından, daha 1990’lı yıllardan 2018 yılı sonuna değin Avrupa’da düzenlenen seçim sonuçları ışığında da somut bir görünüme bürünmüştür. Söz konusu eğilim, Trump’lı, Bolsonaro’lu, Hindistan’da yenden seçilen Modi’li, “Britanya’nın Trump’ı” denen Johnson’lu bir dünyada kuşkusuz şu anda da geçerlidir; ancak, kıta Avrupa’sında, 2019’dan itibaren, tümüyle ortadan kalkmasa da, belirli ölçüde gevşemiş görünüyor.

Mart sonundan bu yana, son 3-4 ay içinde Avrupa Birliği ülkelerinin altısında parlamento seçimleri yapıldı: Slovakya, Finlandiya, İspanya, Belçika, Danimarka, Yunanistan. Ayrıca Mayıs sonunda, 1979’dan beri beş yılda bir yenilenen Avrupa Parlamentosu seçimleri düzenlendi. Avrupa Parlamentosu’ndan başlayarak seçimleri tek tek ele almak, genel gidişte olası farklılaşmaları ortaya koymak bakımından yararlı olacaktır.

Avrupa Parlamentosu (AP) seçimleri

751 üyeye sahip bu parlamentoda, Avrupa Birliği (AB) ülkelerinin temsilci kontenjanı, ilgili ülkenin nüfusuna göre saptanır. Örneğin Federal Almanya AP’de en yüksek sayıda milletvekiline sahipken sözgelimi Malta en az vekille temsil edilmektedir. Bu amaçla her üye ülke, kendisini AP’de temsil edecek milletvekillerini seçmek için ayrı bir seçim düzenler. Daha sonra her ülkeden seçilen vekiller, kendi ulusal partilerinin siyasal yönelimlerine benzer diğer AB ülkesi partilerinin vekilleri ile AP çatısı altında birleşerek grup oluştururlar.

AP seçimlerinin özelliklerinden birisi, ulusal seçimlere kıyasla görece düşük katılımla yapılmasıdır. AB yurttaşları AP seçimine kendi ulusal parlamento seçimleri ölçüsünde ilgi göstermez ve katılanlar da genellikle protesto oyu kullanırlar. Dolayısıyla ana akıma mensup olan veya iktidarda bulunan partilerin oyu görece düşük çıkar. Aynı eğilim bu kez de daha da baskın biçimde belirmiştir. Başını Merkel’in CDU’sunun çektiği muhafazakar EPP grubu yine ilk sıradadır; ama üye sayısı 221’den 180’e inmiştir. Sosyalist ve sosyal demokrat S&D grubu da yine ikinci sıradadır, ama üye sayısı 191’den 146’ya düşmüştür.

Böylece iki ana akım parti grubunun milletvekili sayısı azalmıştır. Buna karşılık Liberaller ve Yeşiller gruplarını büyütmüşlerdir. Ana akım kayıplarının çoğu liberal ve yeşillere gitmiş, ama pek azı uç sağa ve popülistlere yönelmiştir.

Son birkaç yılın AB bünyesindeki seçmen tercihlerine –özellikle İtalya, Avusturya, Hollanda vb- bakıldığında popülist radikal sağın, AP bünyesinde de bir patlama yapacağı düşünülebilirdi. Oysa iki ana akımın hemen ardından gelecek, yani liberal ALDE grubunun yerini alma iddiasını sürdürecek büyük ve güçlü bir uç sağ grup ortaya çıkmadı. Dolayısıyla İtalya, Polonya gibi popülist yaklaşımların iktidarda olduğu ülkelerin AP bünyesindeki temsili böyle bir “üçüncü” AB siyasal gücünün oluşmasına yetmedi.

Öte yandan, radikal sağ popülizme ilişkin bazı başarısızlık örnekleri vermek gerekirse; Belçika’dan Vlaams Belang’ın 2 milletvekili ile yetindiği, Hollanda’dan PVV lideri Geert Wilders’in AP’de yer bulamadığı, Almanya’da 3. parti olan AfD’nin AP seçiminde 4. parti olduğu, Danimarka’daki popülistlerin çok kötü sonuç aldığı belirtilebilir. Macar Başbakan Orban hala, göç karşıtlarından oluşan bir grubu AP’nin 3. gücü konumuna getirme hevesini dile getirse de nesnel koşullar bu olasılığa işaret etmiyor.

Ulusal seçimler

Avrupa’nın geneli açısından bir yıl öncesine değin beslenen “popülizm zoruyla aşırı sağa kayma” kaygılarının gerçeğe dönüşmediği son seçimleri kronolojik sırayla ve özetleyerek gözden geçirelim.

 “Sıfır göçmen” talebi ile kurulan Visegrad üyesi ülkelerden biri olan Slovakya’da rağbet göreceği varsayılan göçmen karşıtı popülizm, Mart sonunda yapılan seçimlerde pek işlemedi. Sosyal liberal ve ilerici partiler koalisyonu başta geldi. Ayrıca başkanlık seçimini de aynı eğilimden Bayan Çaputova kazandı.

Bir önceki seçimde merkez-sağ, liberal partinin önde geldiği ve sosyal demokratların üçüncülüğe düştüğü seçime göre sol, Nisan’da düzenlenen Finlandiya seçiminde genel olarak bu kez başarılı oldu. Hem sosyal demokratlar en çok oy alan ve 6 ek sandalye kazanan parti oldular hem de Sol Birlik, oylarını ve milletvekili sayısını artırdı. İlk üç partinin %17,0-17,7 aralığında oy aldığı yarışta, geçen seçimin galibi “Merkez” çöktü. Onun yitirdiği oy ve sandalyeleri diğer partiler paylaştı. Bu arada, birkaç yıl önce çıkış yaparak 2. parti konumuna gelmiş olan popülist sağcı “Finns” yerinde saydı.

İspanya’nın Nisan’da yapılan parlamento seçimi Güney Avrupa’ya eski güneşli günlerini getirdi. Geleneksel solun temsilcisi PSOE %28,7 ile en çok oyu alan parti oldu, ama kendisini iktidarın başı yapacak koalisyonu henüz kuramadı. Diğer ana akım partisi ve doğrudan rakibi PP, yıllar süren iktidar dönemini yolsuzluklarla lekelemişti. Oylarını %32,6’dan %16,6’ya düşürerek yarı yarıya azalttı. SYRIZA ile aynı dönemde kurulup solun ana akım partisi olma iddiasıyla çıkış yapmış bulunan PODEMOS hedeflediği rolü üstlenemedi. Solun ana gövdesi, PSOE’de kaldı; sol popülist söylemden de yararlanan Iglesias’ın partisi PODEMOS ise %14,3 oranında oy aldı. Radikal sağ popülizm İspanya’da, bu ülkeye özgü koşullar nedeniyle, -Franko döneminden demokrasiye geçildiğinden beri- zaten hiç anlamlı bir varlık oluşturamamıştı.

Mayıs ayında ise Belçika seçim yaptı. Üç akımı temsil eden partiler kazanç sağladı: Popülist sağcı Vlaams Belang, geleneksel sosyalist/sosyal demokrat akımın solundaki İşçi Partisi ve Yeşiller. Bunu dışında kalan tüm –Flaman/Valon- partiler oy kaybettiler. Ancak popülist sağcı parti, yurtiçi başarısını AP bünyesindeki milletvekili sayısına dönüştüremedi.

Haziran’da Kuzey ülkesi Danimarka’dan gelen seçim haberi de bu soğuk iklimli ülke için güneşli günler vaat eder nitelikteydi. Sosyal demokratlar %25,9 ile başta geldiler. Onları Liberaller az bir farkla izledi. Diğer iki sol kimlikli görece küçük partilerden her biri %8-9 arası oy alarak, sosyal demokratlarla birlikte bir “sol blok” oluşturup sosyal demokratların lideri Mette Frederiksen’in hükümet başkanlığı konusunda birleştiler. Öte yandan, bir aralar çok güçlenmiş bulunan radikal sağcı popülist Halk Partisi hezimete uğradı. %8,7 oy alıp –sol partiler ve liberaller arasında paylaşılan- tam 21 milletvekilliği yitirdi.

En son Temmuz’da Yunanistan’da yapılan genel seçim, beklendiği üzere merkez-sağ Yeni Demokrasi’yi iktidara getirdi. Yunanistan ekonomik krizi sırasında hiç de hoşa gitmeyen kemer sıkma önlemlerini mecburen almış bulunan Tsipras, başbakanlığı Mitsotakis’e bıraktı. Zamanında, PODEMOS gibi, bir tür “anti-establishment” yani yerleşik düzen karşıtı parti olarak belirmiş olan SYRIZA’yı, ne var ki, AB hizaya sokmuştu. Yine de %31,5 oy alan SYRIZA, artık “iki partili” Yunan sisteminde solun “geleneksel” temsilciliğini PASOK’tan devralmış görünüyor. Bu arada, yazımızın konusu itibariyle bizi ilgilendiren olgu, Yunanistan’ın popülist radikal sağ partisi Altın Şafak’ın daha önce mevcut 18 sandalyesinin tümünü yitirip artık parlamentoda tek milletvekili ile dahi temsil edilemiyor oluşu.

Özetle, yukarıda son dört ay içinde parlamento seçimi yapmış ülkelerden Slovakya, Finlandiya, İspanya, Danimarka’da geleneksel sol partiler başarılı oldu. Diğer ikisinde de statükoyu olabildiğince korudu. Radikal sağcı popülizmi temsil eden partiler ise, Belçika dışında, ya Finlandiya’da olduğu üzere yerinde saydı ya da Danimarka ve Yunanistan’da olduğu üzere çöktü.

Türkiye için dersler

Bilindiği üzere popülist sağcılar dünyanın her yerinde “popülizm gereği” toplumsal söyleme egemen oluyor ve seçmeni yitirmekten çekinen ana akım partiler de ona ayak uyduruyordu. Böylece sistemin bütünü sağa hatta uç sağa doğru kayıyordu. Bunu örneğin Avusturya’da, örneğin Hollanda’da saptadık. Ancak bu, yalnızca Avrupa’da değil, Türkiye’de de oldu.

Ülkenin merkez sağını da absorbe ederek tüm seçmenleriyle birlikte “dinci” radikal sağa taşınan AKP popülizmine solda da öykünenler olmadı değil. Sosyal demokrat etiketli CHP yönetiminin kimi zaman AKP’yi izleyerek “milliyetçi” hatta “İslamcı” tutumlara yöneldiğine tanık olundu.

Öncelikle kabul edilmesi gereken gerçek şudur: Türkiye’nin ve radikal sağcı popülist AKP’nin çıkarları birbiriyle asla bağdaşır nitelikte değildir. AKP, tek adama hizmet partisidir. Türkiye’nin yararına olan AKP’nin zararınadır; AKP’nin yararına olan da Türkiye’nin zararınadır. Dolayısıyla onun “milliyetçilik” tasladığı alanlarda, salt seçmene “gayrı milli” görünmemek için onun yolundan gitmek; onun dikta yönetimi kurmak için kullanıp destanlaştırdığı 15 Temmuz goygoyculuğuna katılmak CHP’ye yakışmadığı gibi, hem gerçekçi olmaz hem de ülkenin zararınadır. Ayrıca, hiçbir beceri ve yeteneğe sahip bulunmayan AKP üst yönetiminin içte ve dışta “berbat” ettiği ve etmeyi sürdüreceği ülke politikasına, ikiyüzlü ”milli ittifak” çağrılarına uyarak ortak olmak yanlıştır ve yazıktır.

Siyasal sistemin, popülist radikal sağdan –en azından bize yakın kıta Avrupası’nda- yeniden akıl istikametine yönelme belirtileri ortadayken, CHP’nin ve diğer muhalif partilerin 3-5 oy için popülizme kapılıp uç sağa göz kırpmaları söz konusu olmamalıdır.

*Aydın CINGI
Siyaset Bilimci,
Eski SODEV Başkanı
acingisdv@gmail.com