Türkiye’de cumhuriyet ve demokrasinin geleceği hakkında tahminde bulunmak güç. 15 Temmuz darbe girişiminin ardından fiili olarak kurulan yeni rejim, 16 Nisan 2017 hileli referandumuyla kanunileşti ve kurumsallaştı. Bu yeni rejim hakkında farklı tanımlamalar yapılabilir, fakat tüm yorumların ittifak edeceği nokta, bu rejimin klasik Batı demokrasilerine son derece uzak bir siyasi düzen oluşudur.
Ben bu rejimi “İslamofaşist” olarak tanımlıyorum. AKP rejimi, 12 Eylül askeri yönetiminin ideolojisi olan Türk-İslam sentezinin İslami yönü iyice vurgulanmış bir türevidir. Askeri rejimden farklı olarak kitlesel mobilizasyon imkanına sahip; bilhassa lümpen proleter kesimleri “reisin davası” için dini sloganlarla kolayca seferber edebiliyor. Lider kültü ve saldırgan ve yayılmacı bir İslamcılıkla konsolide edilen bir tabanı var.
Cumhuriyet artık yok
Bu rejimle yüzleşmek ve onu yenebilmek için öncelikle bildiğimiz ve tanıdığımız Türkiye Cumhuriyeti’nin artık var olmadığını kabul etmek gerekiyor. Yani “cumhuriyeti kurtarmak” gibi sloganlar artık anlamsızdır; çünkü cumhuriyet yok artık. Fakat bunu bir sinmişlik, bir yenilgi hissiyle kabullenmek değil, bugünkü durumun nesnel bir tahlili olarak görmek ve yeni bir cumhuriyet kurmak için harekete geçmek gerekiyor.
1923 Cumhuriyeti sadece AKP tarafından yıkılmadı. Özellikle 1980-2002 arasında yaşanan gelişmeler devleti tamamen çürütmüştü. Bu yüzden de 2002’den itibaren AKP’nin -tecrübe eksikliğine, kadrolarının yetersizliğine karşın- bu çürümüş yapıyı ele geçirip hegemonyasını tesis etmesi kolay oldu. Yeni bir rejim ilan edildiği halde bu çürümüş yapı, somut ölçüler içinde düzelmek bir yana daha da yozlaştığı için, AKP’yi mağlup etmek de sanıldığı kadar güç değildir. Bir ortaçağ metaforu kullanırsak, bunu şöyle ifade edebiliriz: Ellerine geçirdikleri kalenin duvarları gediklerle dolu, kuleleri yıkık ve kapısı kırıktır; kaleyi işgal etmişlerdir fakat tamir ve tahkim etmemişlerdir, dolayısıyla burayı yeniden fethetmek zor değildir.
Yukarda 16 Nisan 2017 referandumunun hileli, dolayısıyla gayrimeşru olduğundan söz etmiştim. Tüm hilelere rağmen %49’luk bir “red cephesi”nin teşekkül etmesi, yeni cumhuriyeti kurabilmek için hangi kesimlere dayanılabileceği konusunda fikir vermektedir. Bu cephenin en kuvvetli bileşeni ise açıktır ki Cumhuriyet Halk Partisi (CHP)’dir.
Muhalefet cephesinin konsolidasyonu
“Adalet yürüyüşü” bu cephenin konsolidasyonu için atılmış ilk ve şimdilik en başarılı adımdır. Yürüyüşü izleyen “Adalet Kurultayı”nın ise benzer bir etkiyi yaratmaktan uzak olduğu anlaşılmaktadır. Bu önemli etkinlik birçok yararlı tartışma ve çalıştaya ev sahipliği etse de yanlış zaman tercihi ve kamuoyunun kurultayın içeriğine dair doğru bilgilendirilememesi, bu kurultaydaki çalışmaların tastamam değerlendirilmesini ve muhalefetin konsolidasyonu konusunda hızlandırıcı ve pekiştirici bir etki yaratmasını önlemiştir. “Red Cephesi” – ki buna “Adalet Cephesi” de denebilir – tekil eylem ve çalışmalarla değil, bunların sistematik bir biçimde birbirine bağlanmasıyla güçlendirilebilecektir.
Peki, ne yapılmalıdır? Öncelikle, 1959’da CHP’nin açıkladığı “ilk hedefler beyannamesi” gibi bir siyasi belge oluşturmalıdır. Bu belgenin esaslarından oluşacak bir protokolü yeni bir cumhuriyetin kuruluşu için paydaş olacak tüm siyasi parti ve örgütlenmelere bir temel metin olarak imzalatmak böyle bir cephenin örgütlenmesinin ilk somut adımı olacaktır.
İkincisi, bu metni destekleyen parti ve örgütlerin eylem ve çalışmalarını koordine etmek için bir “partiler arası eşgüdüm komitesi” kurulmalıdır. Bu eşgüdüm komitesi bir politik platform/inisiyatif/STK gibi halka açık şekilde değil, örgütlerin temsil edileceği bir siyasi organ olarak çalışmalı; partiler burada en azından genel başkan yardımcısı düzeyinde temsil edilmeli ve bu komitenin alacağı kararlar bağlayıcı olmalıdır. Bu komitenin muhatabı, kamuoyu değil parti yönetimleri olmalıdır. Böyle bir organ oluşturulduğu takdirde, şimdiye kadar el yordamıyla ve kendiliğinden yürütülen faaliyetler bir temel siyasi belge ve kısa program etrafında şahısların tekelinde olmaktan uzak bir durumda düzenli biçimde sürdürülecektir.
Türkiye’deki ilerici muhalefet sekterlik, şahıs merkezli oluşumlar ve parti/örgüt taassubundan çektiği kadar hiçbir şeyden çekmemiştir. Kökenleri Türkiye’deki siyasi kültürde yatan bu sorunların da bir günde çözülemeyeceği açıktır. Fakat bu sorunları aşmanın yolu da yeni bir ortak çalışma anlayışı geliştirmekten geçmektedir. Bu yolda ilk adım da ancak bir metin etrafında birleşip bir siyasi organ oluşturularak atılabilir.