AKP iktidarı ve Başbakan gerçekten de her geçen gün biraz daha otoriterleşiyor. Herhalde bunun tersini söyleyebilecek “tarafsız” bir kişi yoktur. Bazı olgular o denli açıktır ki, ayrıca somut kanıt ve örnekleri tek tek saymak gerekmez. Bu aşamada önemli olan, söz konusu olgunun nedenlerine odaklanmaktır.
Kuramsal açıklamalar
Siyaset düşünürü Pierre Rosanvallon’un bir önermesini daha önceki bir yazımda da okurun dikkatine sunmuştum: “20. yüzyılın ideolojik totalitarizmlerinin yerini, -21. yüzyıl başında- seçilmiş otoritarizmlerin aldığı saptanıyor”. Gerçekten de Avrupa’da artık Nazizm, Faşizm, Frankizm hatta Komünizm gibi totaliter anlayışların temsilcileri yok. Onların yerini şimdi Putin gibi, Orban gibi, Erdoğan gibi, çerçevesi belirsiz bir muhafazakarlığın ve sınırsız bir neoliberal gidişin sözcüleri almış görünüyor.
Bilinen bir gerçektir ki Batı demokrasileri, –neredeyse çeyrek yüzyıldır- temsil bunalımı yaşıyor; ama toplum gözünde kredisini yitiren temsili demokrasiyi aşıp katılımcı demokrasiye de bir türlü yönelemiyor. Nedenlerin bu makale kapsamında doyurucu biçimde sergilenmesi olanaksız. Ancak toplumların, kendilerini bütünüyle temsil etmekten uzak bir dizi parti ve lider tarafından siyaseten rehin alındığı da ortada. Bu parti ve liderler, gerçi yürürlükteki sistem bağlamında seçmen çoğunluğunun oylarını elde etmiş oluyorlar. Ne var ki bunlar; sosyal, siyasal ve kültürel bünyede oluşan kutuplaşmayı söylemleri ve uygulamalarıyla derinleştiriyorlar. Seçmenlerin çok önemli bir oranı da bunların yarattığı ortamda soluk alamıyor. Çoğunluk diktası, muhalif seçmenleri sıradan bir muhalefetin ötesinde bir karşıtlığa itiyor ve siyasal ayrışma çizgileri giderek sosyal ve kültürel yırtılmalara dönüşüyor. Sonuçta, otoriter söylem ve eylemin tetiklediği patlamalar yine otoriter yöntemlerle önleniyor; böylece bir tür kısır döngü meydana geliyor.
Öte yandan, Türkiye’nin de –ekonomik anlamda- bir parçası olduğu Batı toplumları, son on yıllarda kendilerini Hedonist bir anlayışa kaptırmış; bir başka deyişle “hazcı” toplumlara dönüşmüşlerdir. Eşitsizliğin kol gezdiği bu toplumlar bünyesinde seçmen, “param olsun, keyfime bakayım” düşünün ve düşüncesinin ötesinde bir amaca yönelmiyor. Kendisine bunu sağlayan ya da bir gün(!) sağlayabileceği umudunu “kısık ateşte” tutan iktidarı destekliyor. Ayrıca günümüzde artık dünya savaşları gibi olağanüstü altüst oluşlar yok; mali krizler ise, geçen yüzyıldaki bu dramatik süreçlerin ürettiği Atatürk, De Gaulle, Churchill, Brandt türü önderler çıkaramıyor. Ortalık daha düşük çaplı liderlere kalıyor. Eğer ülkeleri –Türkiye gibi- olgun demokrasi koşullarına ulaşmamışsa da, bu liderler kısa yoldan despotluğa sapıyorlar.
Ülkeye özgü nedenler
Yukarıdaki genel trendler bir yana, Tayyip Bey’in ve AKP iktidarının otoriterleşmesi, esas olarak, ülkeye özgü ve nesnel koşullara bağlı nedenlerden kaynaklanmıştır. Otoriterleşme eğiliminin birincil nedeni Başbakan’a ve partisine on yıldır her seçimde artan oylarla verilmiş destektir. Karşısındaki tüm “eski rejim” unsurlarını adım adım ortadan kaldırmasında, bu destek başrolü oynamıştır. Aslında salt kendini ve iktidarını koruma güdüsüyle verdiği savaşımın, kimi demokratlar ve Batı tarafından bir tür “demokrasi mücadelesi” gibi algılanması, bu desteği daha da güçlendirmiş ve inanılır kılmıştır.
Gerçekten de Batı, CHP’nin ve bir kesim solun AB karşıtı ve içe kapanmacı tutumuna öfke duyuyordu; böylece AKP’nin, Cumhuriyete ve aydınlanma değerlerine karşı yürüttüğü kavgayı “demokrat muhafazakarların otoriter laiklere karşı direnişi” gibi algılayıp destekledi. Öte yandan, Kemalist rejimin tek parti döneminden kalma ulusalcı ve katı laik pozisyonların irkiltegeldiği liberaller ve bir kesim aydın da Erdoğan’ı bir demokrasi kahramanı gibi kutsadı. Bu kadar seçmen oyu ve moral destekle başı dönen AKP iktidarı, önünde engel kalmadığını görerek gittikçe yüksek perdeden konuşma, muhalefeti dikkate almadan yönetme yolunu tuttu. Toplum çoğunluğunun, bu kadar haksızlık, yolsuzluk, şiddet ve hatta hakaret karşısında sessiz kalması, Tayyip Bey’i bir de “başkan baba” imgesine özendirdi. Şimdi o yolu yokluyor ve de başka tabanlardan oy devşirme kaygısıyla toplumun dokularını zorluyor. Hep söylendiği gibi, iktidar AKP’yi ve liderini zaten bozmuştu; mutlak iktidar daha da bozdu. Ancak bütün bunlar, Türkiye’ye özgü olup Erdoğan’dan ve AKP’den büyük ölçüde bağımsız koşullardan kaynaklanan gelişmelerdir.
Öznel nedenler; uygulama alanları
Erdoğan’ın kimliği ve AKP’nin niteliği artık tüm dünyada –dost düşman- herkesin malumudur. Yukarıda söz konusu edilen destekler ve çevresinde oluşan bir “hikmet buyurdunuz beyefendi”ciler grubunun varlığı, Erdoğan’da kuşkusuz ki bir özgüven patlaması yarattı. Ne yapsa kabul ediliyor, ne söylese oy yitirmiyor; Arınç’ın deyimiyle “yüce Rabbim verdikçe veriyor”du. Oysa Başbakan’ın, biata dayalı eğitime tabi tutulmuş olup sıkıştığında “bunu ulemaya soralım” diyen, demokratik birikimi az ve entelektüel bagajı hafif bir kişi olduğu biliniyor. Aynı insanın, geçmişte kabule zorunlu tutulduğu bazı değerlere karşı içinde bir ömür boyu kin biriktirmiş olduğu da malumdur. İşte böyle bir kişinin, -kendi deyimiyle- “astığı astık, kestiği kestik” bir konuma geldiğinde, biriktirdiği öfkeyi rövanş alma hazzına dönüştürme çabasına girmesi kaçınılmazdır. Otoriterleşme eğiliminin temelinde yatan sorunlu kişisel yapı tam da budur.
Despotik uygulamaların odaklandığı alanlar açısından da, yine Türkiye’ye ve İslam toplumlarına özgü sosyokültürel yapı ve Erdoğan’ın kimliği belirleyici olmuştur. “Anadolu aydınlanması” diye nitelediğimiz hızlı ve köktenci reform döneminin halkın belirli kesimlerinde tepki yaratmış bulunduğu biliniyor. Söz konusu tepki, -Menderes’in DP’sinden bu yana- tüm sağ ve merkez sağ akımların -seksen küsur yıldır- en önemli siyasal sermayesi olmuştur. Bugün ise bir tür “restorasyon” dönemi yaşanıyor; ama Erdoğan ve kadrosu, aynı tepkisel tutuculuğu “halkın değerleri” adı altında hala pazarlıyor. Bu çerçevede sıklıkla sembolizme başvuruluyor. Söz konusu “değerler” ekseninde, zamanında aydınlanma reformlarını yapanların mirasçılarına “rağmen” -mümkünse Taksim’e, Göztepe’ye- “süngü” gibi minareler dikilecek. Cumhuriyet laik toplum mu inşa etmişti; alın size geleceğin dinci toplumu! Eğitim, bu amaca uygun biçimde düzenleniyor. Muhalefete söz verilmiyor. Direnen varsa, otoriter yöntemler uygulanıyor.
Başbakan’ın sosyokültürel tercihlerini İslami duyguları belirliyor. Bunların gündelik yaşama yansıyan iki ana unsurunun ise cinsellik/kadın ve içki olduğu malum. O halde toplum, mekan, medya, vb “geleneksel/gelenekçi” kültürel yapımız doğrultusunda ve Tayyip Bey’in temel tercihine uygun olarak yeniden tasarlanıyor. İtiraz edene, çıkarı gereği “fazla konuşmaması” değişik yöntemlerle anımsatılıyor. Sonuçta ortaya çıkması istenen toplumu geçenlerde bir televizyon sohbetinde görür gibi oldum. “Profesör” titri taşıyan bir zat şöyle söylüyordu: “Atomları bir arada tutan şey Allah sevgisinden başka bir şey değildir!” Eh; böyle iktidara böyle bilim adamı!
Not: Sosyal Demokrat’ın Kasım 2012 sayısında çıkan makalemde “Obama’nın halefi Bush” olarak çıkan tümcede “halef” sözcüğü “selef” olacaktı. Düzeltir; özür dilerim.
*Aydın Cıngı, Siyaset Bilimci, sosyaldemokratdergi@gmail.com