İşte benim 50 yıllık yaşamımın dönemlere ayrılmış halini gösteren karikatür…
Üçüncü dönem olan Post Truth-Gerçek Ötesi günlerden geçiyoruz neredeyse son 10 yıldır. Ve ben, ne kadar gayret etsem de aşağıda sıralanan üçlemenin “Trio”nun, bana yüklediği büyük sıkıntıyı atamıyorum üzerimden bunca yıldır. Ne içime çektiğim havanın kokusu koku, ne de yediğim yemeğin tadı tad…
Yaşamın bize değen her noktasında karşılaşılan ahlaksızlık…
Kolay yoldan servet edinenin küstahlığı
İktidar sahibi ve yandaşlarının hak tecavüzleri…
Bu sıralananların kökü bizde 12 Eylül 1980 sonrasında sevimli bir figür olarak ortalığa çıkan, işini bilir memurun ilahı Turgut Özal’a dayanır. Dünyada ise ABD Başkanı Ronald Reagan ile başlayan dönemdir. Bazı düşünürler tarafından siyasal postmodernizm olarak adlandırılan, yerel ve bireysel kimliklerin kendini daha açık ifade etmeye başladığı, hem radikal hem de muhafazakar siyasal eğilimleri içerisinde barındıran, yani “bence” ne idüğü belirsiz arayışların ürünüdür bugünün birçok sıkıntısının ana kaynağı.
Öncesine, yani feylesofların modernite diye adlandırdıkları döneme, yani utanmanın bir erdem sayıldığı günlere, lümpen-kasaba ahlakının hakimiyetinin tüm dokulara sirayet etmediği dönemlere ufak yaşlarda da olsa tanıklık etmiş olmak güzel bir şey olsa da, bugün durum içler acısı.
Muhafazakar ahlak denilen yaşam biçimi kendi içerisindeki kirlenmeyi temizlemekten özenle kaçınmış ve dünyevi hazları elde etmek için yalancılık ve riyakârlığı kendisine şiar edinmiştir.
Günümüz Türkiye’sinde mutlak hâkimiyeti ele geçiren muhafazakar iktidar bloğu “din-para-güç” üçgeninin içerisine hapsettikleri kendi kitlelerini, toplumun diğer dinamiklerine karşı kutuplaştırma-düşmanlaştırma yönlü propaganda faaliyetlerinde büyük başarı sağlamaktadır. Bu başarının temelinde yer alan, millet diye tanımladıkları topluluk içerisinde ezici bir hakimiyete sahip olan faydacılık, bir akıl tutulması değil, bilinçli bir tercihtir.
Okuyana, emeği ile çalışana, kendini aşmaya gayret gösterene, öbür dünyayı değil bu dünyayı sevene, gülene, dans edene, şarkı söyleyene, yağmurda çamurda koşup üstünü başını kirletene, aşık olduğunu sarılıp öpene, sevişene, hurafe değil, bilim diyene, balıkla rakı mı iyi gider şarap mı diye kavga edene, yaşadığı ülkenin tüm renklerine sevgi ve saygı duyan yurtsevere karşı duyulan nefretin arkasında yatan kıskançlık dolu kompleksin adıdır “aşağılık”.
Bu güruhun bir siyasi partisi yoktur, siyasi partileri vardır. Her partide baş tacı edileceğini bilir…
Her kurumda kendine yer edinir; açık ofis, plaza, fabrika, sendika, STK, üniversite…
Teşhisleri kolaydır. Gözleri hiç yalan söyleyemez; kıskançlık, haset dolu bakışlarını saklayamazlar. Pis vücut kokusu gibidirler, git yıkan diyemediğin…
Akrabandır, arkadaşındır, kazığını yediğin…
Trio 1
“Babür, Ayşe’yi seviyor”diye yazıyordu koca duvarda.
Sabah mahmurluğu ile geldiğim okulun bahçesinde beni bu yazı karşılamıştı.
Babür kim diye düşünmüştüm ilk…
Ya Ayşe, evet o olmalıydı, çünkü başka sevilebilecek bir Ayşe yoktu o ufacık kasabada.
Çok güzeldi…
Peki Babür kimdi acaba? Bugün bile hala başka bir Babür tanımamış olsam da, bu soru gelmişti ilk aklıma…
Sonrasında; aklım başıma gelsin diye, üstüm olan 4’üncü ve 5’inci sınıfların ahlak muhafızı çocukları çullanmıştı üstüme, artık Allahları ne verdiyse vuruyorlardı namuslarını temizleme aşkıyla…
Anlamıştım o Babür’ün ben olduğumu…
Zaten başkası da olamazdı, Ayşe’yi ancak ben sevebilirdim. Gülümsedim, gülümseyince atılan yumruklar, tekmeler can yakmıyor. Bilin, bir gün belki ihtiyaç duyarsınız…
Tabii ki dayak faslı çok uzamadı. Derse giriş zili ile beraber herkes sınıflarına koştu. Sınıf öğretmenimin beni pek sevgi ve şefkatle karşılamadığını da kolayca tahmin edebilirsiniz…
O yıllarda duvarlara “Tek Yol Devrim”, “Başbuğ Türkeş”, “Adil, Hakça Düzen”, “Yolumuz İslam” filan yazılırdı.
Adımı duvara yazan ise, o sınıfta kendime günümüz tabiriyle “kanka” bellediğim arkadaşımdı. Bir gün önce söylemiştim kendisine. Tutamamıştım çenemi, “Ayşe’yi seviyorum” diye dökülmüştü fısıltı halinde dilimden, “Sır bu” demiştim, “Söyleme kimseye…”
Ahlaklı arkadaşmış! Söylemedi kimseye, sadece yazdı… Eminim bugüne kadar hiç işe yarar bir şey yazmadı hiçbir duvara… Bugünlerin Facebook duvarı dahil…
Göz göze geldiğimizde anladım, hani dedim ya teşhisi kolaydır böylelerinin diye, nasıl bir kıskançlık ve haset duyduğunu bana karşı…
O bakışları taşıyan çok göz gördüm etrafımda bugüne dek. Hayvani bir içgüdüyle de uzak tuttum kendimden ve savaştım elimden gelen gücümle…
Peki ya Ayşe’nin gözleri?
Okulun son gününe dek hep aynı baktı, aynı gülümsemeyle…
Eğer gülüyorsa gözlerinin içi bir insanoğlunun, aynı Şaban gibi, sevin onu, bilin ki ondan zarar gelmez ne size ne de bu dünyanın güzelliklerine…
O yıl okul bittikten sonra bir daha hiç gitmedim o ilçeye…
Karbon elyafı nedir bilir misiniz?
Endüstri 4.0 güzellemesi ile inşa edilmiş fabrikalarda üretilen, insanın kol emeğine ihtiyaç duymayan, son teknoloji harikası iplik hammaddesidir. Pamuk gibi, yün gibi yani. Biri tarladan, diğeri koyundan bu da simyayı terk edeli çok olan kimya biliminin ulaştığı teknolojik zirveden elde edilen bir ürün…
Ondan yapılan ipliklerle dokunan kumaşlar, havacılık, otomotiv, beyaz eşya gibi sektörlerde kullanılıyor. Mesela arabaların konsolları, uçağın en hassas bölümleri bu elyaftan imal ediliyor…
Taşıtlar hafifleyince hem süratleri artıyor hem de daha az yakıt tüketiyor.
Mesela kurşungeçirmez materyaller de imal edilebiliyor.
Bir de bildiğiniz paçalı uzun don yapılıyor.
Şaka değil, yüzücüler için.
O mayo ile atladın mı havuza, ciddi fark atabiliyorsun yanındaki gücünü, tekniğini, hızını aşmayı bir türlü başaramadığın, “adi, basit” polyester elyafından yapılma mayo giyen delikanlıya…
Bir tarafta 2.000 TL’lik karbon elyaflı mayo ile sarılmış poponun yanında, lafı mı olur Decathlon’dan 22,5 TL’ye alınmış slip mayo ile suya atlayanın…
Çok yakinen şahit olan bir arkadaştan aktarılmıştır aşağıdaki sohbet:
Daha dokuz yaşında bu ölçüde küstahlaşabilmeyi başaran çocuk, döner der ki arkadaşına;
“Bak gördün mü karbon fiber mayom altımda, 2 saniye fark atıp geçeceğim seni havuzda”
Doğal yetenek, teknik üstünlük ve verilen emek bir tarafa; aile parası ile oluşturulan bir üstünlük sayesinde elde edilebilen bir başarı varsa ne gerek var çabalamaya bu dünyada, öyle değil mi…
Aferin böyle evlat yetiştiren anne babaya!…
Trio 3
Benim dönemim çizgi roman dönemi. Tommiks, Teksas, Zagor 1970’li yılların ikinci yarısında okumayı sökmemle beraber hayatıma girdi. Tabii o zamanlar televizyonda çizgi filmler bugünkü gibi bolca yok. Yurtseverliğe eksenli devrimciliği Teksas’tan, mertliği Zagor’dan, romantik aşkı ve utangaçlığı ise albayın kızı Suzi’ye vurgun Tommiks’ten öğrendiğimi itiraf etmeliyim.
Akabinde Gırgır ile devam eden bu maceraya, bıyıklarımızın terlemesi ile beraber Fırt dergisi de katıldı. Bunların hepsi bir değer kattı bana ve benim kuşağıma.
Bugün etrafınızda, tevazuya yer yok, çevresine zarar vermeyen, hak yemeyen, memleket meselelerini dert edinen, ağlamasını da kahkahasını da ertelemeyen her kim varsa yaşı 40’tan öte, bilin ki hayal kurmayı çizgi romanlardan öğrenmiştir.
O kahrolası 12 Eylül darbesinden sonra, ortam çizgi romanlar için dahi bir başkalaştı. Karikatür dergilerinde, Gırgır ve Fırt’tan boşalan kulvarı, Limon-Leman çok başarılı bir şekilde doldurdu. Bununla beraber, çizgi roman dünyası içine düştüğü boşluğu bir nebze, Conan ile doldurdu. Kimmeryalı Barbar Conan…
Kölelikle başlayıp krallığa kadar yükselen, korku saçan imparatorlarla, doğaüstü yaratıklarla savaşan acımasız, dürüst yalnız bir adam…
Korkunç bir macerası vardı, “Ruhları Tüketen” adında. Pis, iğrenç bir komutan, eline geçirdiği tutsakların ve geçmişte işbirliği yaptığı yandaşlarının ruhlarını emerek onları büyük bir solucan haline getiriyor, sonrasında da onlarla besleniyordu. Ta ki o solucanlardan ruhunu tam olarak tüketemediklerine yem olana kadar…
Güzel ve estetik olan her şeye vahşice saldıran, düzgün işleyen her kurumu darmaduman eden ve bu yaptıklarını bir marifetmiş gibi saatlerce kulaklarımızı tırmalayan çirkin, katlanılmaz bir belagat ile bizlere dinletmeye çalışanlar gibi…
Kendimi bu hikâyeyi yaşıyormuş gibi hissediyorum yıllardır…
Hissediyorum, O ve onun gibiler gözümün ışığını söndürüp, ruhumu emip beni solucan haline getirmek için uğraşıp duruyor. Ve o anlarda, açık söyleyeyim, kendimi bazen Conan olarak hayal ediyorum, bu korkunç baskıya karşı durabilecek ve herkesi bu beladan kurtarmayı başaracak bir kahraman olarak…
Deliriyor muyum dersiniz…
*A. Babür ATİLA
SODEV Başkanı
batila@superonline.com