Adımı, yani Babür’ü duyar duymaz doğru telaffuz edene çok az rastladım. Eğer karşılıklı konuşurken kendimi tanıtırsam adımı çoğunlukla 2 veya 3 defa tekrarlamak zorunda kalmaktayım. Hele telefonda konuştuğum “beyaz yakalı çalışan sömürüsünün en acımasızca uygulandığını düşündüğüm iş yeri olan” çağrı merkezlerindeki genç emekçilere adımdaki A’nın ses vurgusunun Â, şapkalı A yani sanki yumuşak G, “Ğ” varmış gibi olduğunu, yazılırken ise yumuşak G’nin olmadığını anlatma çabalarımın kişisel sabır sınırlarımı genişlettiğini de vurgulamam lazım.
Öğrenciliğinde tarihe son derece ilgi duyan annem “Bir gün oğlum olursa adını Babür koyacağım” diye kararını önceden vermiş olduğu için, doğumum sonrasında babama sadece ismimi onaylamak düşmüş.
15’inci devlet
Cumhurbaşkanlığımız forsunda bulunan 16 Türk Devleti’nden 15’incisi, 1526 – 1858 yılları arasında bugünkü Hindistan, Pakistan, Bangladeş ve Afganistan’da hüküm sürmüş olan Babür İmparatorluğu’dur.
1858 yılında bu bölgenin yönetimi İngiliz İmparatorluğu’na geçmiştir. Hindistan, 1944’te bağımsızlığını elde edene kadar, beşeri ve kültürel açıdan 86 yıl boyunca dibine kadar sömürülmüştür. Bugün resmi dil Hintçe olsa bile İngilizcenin iletişimdeki hakimiyeti çok belirgindir.
Yerli ve milli şüreka 332 yıl süren bir Türk imparatorluğunun adının telaffuzunu dahi beceremezken, “elin İngiliz’i”, 1.400.000 Hindu’ya çatır çatır İngilizce konuşturtmayı becermiştir. Her ne kadar aksanları kendilerine has bir renk taşısa da ülkenin ortaklaşa iletişimini bu dil sağlar.
İş sebebiyle bir dönem sıklıkla yolculuk ettiğim bu ülke ile ilgili batı toplumunda, gözlemlerime dayanarak söyleyebilirim ki, genel olarak iki yaklaşım mevcut.
Batı toplumunun, yani Yunan medeniyeti ve sonrasında Hıristiyanlığın Avrupa kıtasına ihracı ile başlayan sürecin ciddi iç çatışmalar yaşayarak evrimleşmesi sonucunda, önce Rönesans, daha sonra Fransız Devrimi ve Aydınlanma Çağı, akabinde korkunç 2. Dünya Savaşı olmuş. Sonrasında burjuva-kapitalist-akılcı sentez yoluyla ulaşılan günümüz demokrasi anlayışının ve bilim-teknoloji egemenliğinin vücut bulduğu, eksiğiyle fazlasıyla İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin hükümlerinin yaşama geçirildiği bir entelektüel coğrafya oluşmuş. Bu coğrafyanın bir ölçüde benmerkezci, sorgulayıcı pozitivist, faydacı özellikleri ön planda olan bireylerinin bir kısmı için Hindistan’a gitmek; gittikçe bir kez daha gidesi gelmek; oranın renk, ırk, din, kültür çeşitliliğini görmek, keşfetmek, yaşamak büyük bir tutku. Hindistan, hele fotoğrafçılıkla uğraşanlar için bulunmaz bir cennet. Oradaki renk cümbüşünü başka bir yerde yakalamak gerçekten zor.
Diğer bir kısım için ise Hindistan, üzerinden uçakla dahi geçilmeyecek bir ülke. Yani o kadar vahim… Bir ülke için bu kadar farklı iki yaklaşım olabilir mi?
Evet, söz konusu olan Hindistan ise olabilir…
Kültürel değerler manzumesi
Toplumların tarihsel birikimleri ile edindikleri, kabullendikleri kültürel değerlere saygı duyma sınırı nerede başlar? Koşulsuz saygı göstermek ne kadar doğrudur? Sert eleştiri ile hakaret arasındaki sınır nedir? Bu değerleri birer zenginlik olarak nitelendirmek ve akabinde koşulsuz saygı duyulması bir zorunluluk mudur? Eğer öyle olsaydı adına “Devrim” dediğimiz ve insanın tarihsel ilerlemesini sağlayan büyük itici gücün kolu kanadı kırılırdı.
Toplumları şekillendiren her türlü kültürel değerin “muhafazakarlık” zırhı ile korunmasının karşısında “eleştirel akıl ve ilericilik” kavramlarıyla direnmenin ve mücadele etmenin şart olduğunu düşünüyorum. Kültürel birikimlerin üzerinde oluşan virütik değer yargıları ancak bu sayede temizlenebilir. Tarihsel süreçte, insanın elini kolunu bağlayan spiritüel tüm kurumsal yapılar ve totaliter iktidar oluşumları ile mücadele ederek insanın özgürleştirilmesi bu mücadeleye bağlıdır.
Bu mücadele, 1923 Aydınlanma Devrimimiz sonrasında Mustafa Kemal tarafından ait olduğum toplumun köhneleşmiş değer yargılarına yönelik olarak başlatılmıştı.
Birçok analizde Türkiye’deki iktidar odaklarının bu dönemde “Karşı Devrim” sürecinde oldukları değerlendirilmektedir. “Değer yargılarımıza dil uzatıyorlar” başlığının altını doldurdukları uygulamalar, muhafazakar geleneğin kirli virüslerine yeniden vücut bulma gayretidir.
Tam da bu nedenle “Her fikre, değere, tercihe saygı duymalı” yaklaşımının insanın entelektüel gelişimi üzerinde bir tehdit olduğunu da vurgulamanın gerekli olduğu düşüncesindeyim.
Kültürlerin, değerlerin, tercihlerin tüm çıplaklıkları ile eleştirilmesi, gerektiğinde şeytanın avukatlığına soyunup karşıtlıkların ortaya konularak kendileri ile yüzleşmelerinin sağlanması gerektiğini savunuyorum.
Neden Hindistan?
Şimdi gelelim Hindistan ile ilgili kişisel serüvenime.
İş gereği yaptığım seyahatlerimde bu ülkenin 3 büyük kentini ziyaret etme imkanını buldum. Bunlar Chennai-Madras, Mumbai-Bombay ve Yeni Delhi. Bu şehirlerde bulunurken, az da olsa, günübirlik olarak yakın kentleri de görme imkanım oldu. Yani, zengin ve eğitimli nüfusun görece fazla olduğu bölgeleri gezdim diyebilirim. Spiritüel açıdan çekim merkezi olan yerleri ya da vahşi doğanın egemen olduğu alanları ziyaret etmedim.
Yanımdan ayırmadığım fotoğraf makinemle yine de bir fotoğrafçı için “portfolyosunda Hindistan’dan kareler bulunması adettendir” mottosunun dışında kalmadım.
Hindistan nostaljisi sadece Raj Kapoor’un hem yönetip hem başrol oynadığı meşhur “Avare” filminden ibaret olanlara söyleyeceğim; Hindistan’daki hakim melodinin, o filmin insana keyif veren “Avaremu” diye telaffuz edilen “Awara Hoon” adlı şarkısı olmadığıdır.
Hindistan’daki hakim ses, bitmez tükenmez klakson sesidir. Kornaya her basışın bir anlamı vardır; sizin, benim anlayamayacağımız. Ortaya çıkan kakofoni kitlesel bir kabullenişin, baş eğişin ortak sesidir sanki. Hipnotize edilmiş bir şekilde şeritsiz yollarda bir sağa bir sola süzülen yığınların böyle bir düzende nasıl yaşam sürdürebildiklerini; hayatın anlamını Roma’lı Spartaküs’ten beri haksızlığa, ezilmişliğe karşı “başkaldırıda” bulan bir kültürün temsilcilerinin anlaması zordur.
Trafik keşmekeşi altında görünen bu kabulleniş, insanı insan yapan değerlerin ayaklar altına alınmasıdır… Bu karmaşa, esasında bireylerin birbirlerinin haklarına karşı yaptıkları tecavüzlerin sonsuzluğudur.
Sadece trafik değil tabii ki…
İlk iki seyahatim esnasında, otelden fuar merkezine doğru giderken yollarda gördüklerim sebebiyle gözyaşlarıma engel olamıyordum. Fakirlik ya da çaresizlik değildi beni ağlatan şey; o lanet olasıca “kabullenişti”.
Viyadüklerin altında yaşayan, yol kenarında akan pis su yalaklarında bulaşık yıkayan, çöp yığınlarında yiyecek arayan ama bütün bunlara karşın yüzü gülen insanlar olmalarıydı beni ağlatan.
Kültürlerinin temel inanışlarından olan reenkarnasyon kavramına, yani ruhun sürekli olarak yeniden bedenlendiğine duydukları inanç sayesinde mutluyu oynuyorlardı.
Kabullenilmiş, çaresizlik üzerine yükselen bir sömürü imparatorluğudur sanki orası…
Ama;
- Çok zeki matematikçilerin, bilgisayar programı yazılımcılarının çıktığı “muhteşem” bir toplum olarak Batı’nın iş dünyasına;
- Reiki, yoga ve benzeri şifa metodlarının felsefi köklerinin keşfedileceği diyarlar olarak batı dünyasının içsel huzursuzluklarından sıyrılma arayışındaki belirli bir eğitim görmüş ve maddi özgürlüğe kavuşmuş bireylerine;
pazarlanan ancak işin gerçeği, 1,4 milyar insanın çok büyük bir bölümünün sefalet içerisinde yaşadığı bir yerden bahsediyoruz.
Hindistan ihracatının %15’ini yapıyorum diye böbürlenen bir şirketin merkez binasının tam önünde yerde çöplerden yemek ayıklayıp yiyen ve mutlu gözlerle size gülümseyen bir zavallılıktan ve sefaletten bahsediyorum.
O yüksek holding binasının tepesinde oturan zatın kendisini sömürmesine kültürünün öğretileri sebebiyle karşı çıkmayıp dilenmenin atıllığına teslim olan bir esirliğe dikkat çekiyorum.
İşte tam da bu nedenle, “kültürlerin insanı köleleştiren ve kökten yok edilmesi gereken değerlerini tartışmalıyız” diyorum. Tabii şimdi neden bu kadar endişeli, öfkeli ve telaşlı olduğumu düşünebilirsiniz.
Memleketimizin modası hiç geçmeyen meşhur “Ne olacak bu memleketin hali?” sorusunu son aylarda sorduğumda nüfusumuzun önemli bir bölümünün sergilediği davranış biçiminin, adımı taşıyan 15’inci Türk Devleti’nin sınırlarında yaşayanların bir kısmı ile ortaklaştığını gözlemliyorum.
Göz göre göre, kendisini sömüren yapının bahşettiği ile yetinmekten çekinmediğini, önüne atılan her ne ise kabullendiğini, üstüne üstlük kendi benliğini o yapıya feda ettiğini izliyoruz.
Çocuğuna tecavüz eden tarikat yapılarına karşı sesini çıkartamayan, belki de çıkartmak istemeyen aileler görüyoruz.
Göz göre göre yapılan iktisadi yanlışların yarattığı sonuçların faturasını alakası olmayan muhalefete, yabancı ülkelere kesen insanları izliyoruz.
Ve bu görüntülerde karşımızdaki güruhun rol yapmadığına da şahit oluyoruz.
Bu yaşananlar, Hindistanlaşan bir Türkiye’yi gözler önüne seriyor.
Ne de olsa ortak dili İngilizce olan Hindistanlılar için de Türkiye, Turkey yani hindi değil mi?
Bu benzerliği boşa çıkartmama gayretinde olanlarla hesaplaşacak çok şeyimiz var…
Az kaldı
2023 yılında yapılacak olan seçimin bir özelliği var.
Ciddi anlamda totaliter ve yolsuzluklara boğulmuş olan bir yönetimin demokratik bir seçim yoluyla “belki de” ilk defa değiştirileceğine şahit olacağız. Muhafazakar yozlaşmaya “dur” denilerek; akıl, bilim, ilericilik ve hesap verilebilirlik kavramlarının yeniden toplumsal yapımızın temeli olmasının önü açılabilir.
Her toplum kendi faşizmini yaşar. Bazı toplumlar birkaç kere yaşar.
Bizler yeterince yaşadık, artık yüzümüzün biraz gülmesine ihtiyacımız var.
A.Babür ATİLA
batila@superonline.com