Pakistani Rangers (in Black) and Indian Border Security Force personnel (in Brown) perform the 'flag off' ceremony at the Pakistan-India Wagah Border Post on January 15, 2013.  Indian Prime Minister Manmohan Singh warned Tuesday that there "cannot be business as usual" with neighbouring Pakistan after last week's deadly flare-up along the border in disputed Kashmir. AFP PHOTO/Arif ALI        (Photo credit should read Arif Ali/AFP/Getty Images)

Elfin Tataroğlu – Dejavu: Pakistanlaşma

DSC_8907 Görünen o ki, 2017 Yılında Türkiye’yi bekleyen en önemli sorun terör. Terör sorunu, istikrarsız ve kırılgan ekonomik tabloyla yatırım açısından riskli hale gelen bir Türkiye doğuruyor. Yabancı yatırımcıların gelmeye çekindiği, mevcutların da Türkiye pazarından çıkış yolu aradığı bir dönemde, yerli yatırımcılar küçülmeye, esnaf daralmış ekonomi yüzünden iflasa, vatandaş ise borç batağından sürekli faize ve taksite yöneliyor. Hal böyle olunca terör, zincirleme etkisiyle tüm toplumu sosyo-ekonomik bir cendere altına alıyor.

Ekonomik sıkıntıların yanında bir endişe, huzursuzluk ve güvensizlik sarmalına giren vatandaş, sorunlarını dillendirebileceği demokratik platformlara da -teröre dayandırılan kısıtlamalar nedeniyle- ulaşamıyor; ulaşmaya korkuyor. Sonuçta, patlayan bombalar sadece can almıyor, sosyo-ekonomik travmalara da neden olmaya devam ediyor.

Türkiye’nin terör dalgalarıyla karşılaşması

Terörün doğurduğu sorunları kısaca özetlemek gerekirse; bir ucu ekonomiye bir diğer ucu temel hak ve hürriyetlerin kısıtlanmasına kadar varıyor. Türkiye’nin içinde bulunduğu çoklu terör kıskacının, aslında bir sebep değil uzun zamandan beri süregelen yanlış iç ve dış politikaların bir sonucu olduğunu belirtmeden meseleyi doğru tanımlamamız mümkün değil. Özellikle 2013’ten beri izlenen Suriye politikasının, Türkiye’nin radikal dinci terör örgütleriyle tanışmasına ve onların ağır tehdidi altında kalmasına neden olduğu ortada. Suriye’deki iç savaşın sınır komşusu Türkiye’yi bu denli etkilemesinin, siyaset alan yazınında Pakistan-Afganistan örneğiyle sıklıkla özdeşleştirildiği görülüyor. Ve karşımıza “Pakistanlaşma” (Pakistanization) olarak adlandırılan bir tanım çıkıyor.

Türkiye’nin Pakistanlaşma süreciyle ilgili tek sorunsalı sınır komşusunda iç savaş yaşanması değil elbette. Türkiye’nin Suriye ile siyasi ilişkisinin Pakistan’ın Afganistan’la olan ilişkisine benzer yönleri ve bölgede hakimiyet kurmak isteyen ülkelerin güç dengeleri de bu tanımlamaya yol açıyor. Bu bağlamda Pakistanlaşma tehlikesini 6 madde ile ele alabiliriz. Bu maddelerin çözüme kavuşması Pakistanlaşma tehlikesinden uzaklaşmamızı da peşinden getirecektir:

1) Bölgedeki ABD-Rusya güç mücadelesi
2) Liderlerin nüfuzunu sınır ötesine taşıma hayalleri
3) Mezhepçi siyaset
4) Kontrolsüz göç
5) Ekonomik olarak dışa bağımlı olmak
6) Demokrasi sorunu

Pakistan’da ne oldu?

İsterseniz önce Pakistan-Afganistan ilişkisine değinelim, daha sonra Pakistanlaşmamak için bizim çıkarmamız gerek derslere… Pakistan için süreç SSCB’nin Afganistan’ı işgali ile başladı. Sovyet ordusu 9 yıl 1ay 19 gün süren Afganistan Savaşı’nı bitirdiğinde tarih 15 Şubat 1989’du. Bu işgalin sebepleri bugün bile Rusya’da tartışma konusu… Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, “Elbette, çok sayıda hata yapıldı, ancak dönemin Sovyet yönetiminin, orduyu Afganistan’a göndererek durdurmaya çalıştığı gerçek tehditler de vardı” derken, Afganistan’da savaşan Vladimir Sajin ise “Her şey, Afganistan Kralı Muhammed Zahir Şah’ın kuzeni ve eski Başbakan Muhammed Davud’un darbe gerçekleştirerek monarşiyi devirmesiyle başladı. Ülkede, çeşitli siyasi ve milliyetçi güçler arasında iç savaş başladı. Bu iç savaş, 27 Nisan 1979 tarihinde askeri darbeye yol açtı. İktidara, Nurmuhammed Taraki başkanlığındaki komünizm yanlısı Afganistan Demokratik Halk Partisi (ADHP) geldi. Davud idam edildi. Tam bu sırada, Moskova trajik bir hata yaptı. Afganistan’ın devrimci yönetiminin propaganda açıklamalarına ve komünist ideallere bağlılığına kanan SSCB, geri kalmış, feudal/ilkel çağ yaşayan, kısa sürede sosyalizm inşa edeceğine söz veren yeni ve oldukça radikal Afgan liderlerine kapsamlı yardımda bulundu” diyerek açıklıyordu.

Bölgedeki Sovyet varlığı ABD’nin de devreye girmesine sebep oldu. ABD Pakistan üzerinden üç milyarlık eğit-donat programıyla cihatçı örgütleri Sovyetlere karşı destekledi. Pakistan’ın Pan-İslamcı lideri Ziya-ül Hak nüfuz alanını Afganistan, Özbekistan, Tacikistan ve hatta İran’ı kapsayacak şekilde genişletme hayalleri kurarken, Taliban militanlarına sınır kapılarını açtı. Üç milyona yakın Afgan mülteciyi almasıyla, Pakistan’ı mücahit yetiştirme yurduna döndürdü.
Sonuç olarak, Ziya-ül Hak’ın hayalleri kursağında kaldı. Taliban’ı kontrol edeceğim derken özellikle 11 Eylül 2001 İkiz Kuleler saldırısından sonra hızla onun hedefi haline döndü. Pakistan’da artık her gün bombalar patlıyordu. Terör hücreleri kontrol edilemez haldeydi. Siyasi suikastlar gerçekleşiyordu. Ülke demokratik zemininden kaymış, tek önceliği terör haline gelmişti. Ve bugün geldiğimiz noktada o günün komutanlarının Türkiye’ye tek mesajı vardı; “Bizim yaptığımız hataları siz yapmayın”.

Türkiye Pakistan olur mu?

Gelelim Türkiye’ye… Tarih 21 Ağustos 2012, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu Suriye’den gelen mültecilerin sayısının 65.000’i bulması üzerine, 100.000 rakamına ulaşılması halinde Suriye sınırları içinde güvenlikli bölge oluşumunun söz konusu olacağını belirtmişti.

Bugün tarih Ocak 2017. Türkiye’deki Suriyeli göçmen sayısı 3 milyon 500 bini aşmış durumda. Ve bu göçmenlerin ancak %10’u kamplarda kalıyor. Bu göç esnasında radikal dinci terör örgütü unsurlarının da ülkeye giriş yaptığına dair ciddi göstergeler var. IŞİD’in gerçekleştirdiği Gaziantep saldırısının iddianamesinde Türkiye’de 70 ilde hücre yapılanmalarının olduğundan bahsediliyor. “Tehlike büyük” diyebiliriz. Bu bağlamda hükümetin, Esad’sız geçiş yanlıları ve yerel muhalif unsurlarla işbirliği yaparak o bölgeden bir şekilde terör ithal edilmesine zemin hazırladığını söylemek mümkün.

AKP Hükümeti’nin terörle ilgili ve ekonomik, sosyal, siyasi hemen hemen tüm sorunlarında komşularına ve hatta kıtalar arası ABD ve AB’ye “makul şüpheli” bakış açısıyla yaklaşması bu süreçte yalnızlaşmasına sebep oldu. Bu uluslararası yalnızlığın, ülkeyi soyutlamanın faturası ise hem ekonomik hem siyasi olarak geri döndü. Tarihsel süreçte Tanzimat Fermanı’ndan bu yana, Fransız Devrimi’ne ayak uydurmak için çaba gösteren, yüzünü Batı’ya dönmeye çalışan Türkiye, bir anda Ortadoğu’nun bir parçası oldu. Suriye’de olması gereken “arabuluculuk” rolünü elinin tersiyle itip meşru rejime karşı olması Türkiye için Ortadoğululaşmanın da en önemli adımıydı.

Türkiye yerini arıyor

Elbette ki burada bahsedilen “Batı” sadece Avrupa’yı sembolize etmiyor. Niyazi Berkes’in tarifiyle uygarlık, medeniyet, Tanzimat dönemi tabiriyle sivilizasyon ve sonrasında çağdaşlaşma. Aynı bağlamda burada bahsedilen Pakistanlaşma da kültürel olarak benzeşme değil, yozlaşma, gericilik, kökten dincilik, terör sarmalında bir topluma dönüşme olarak değerlendirilmelidir.

Sonuç olarak tüm bu yanlış politikalar ve Ortadoğu’nun bir parçası haline gelmek, toplum içinde de kimlik ve kültür kamplaşmasına zemin hazırladı. Artık Suriye’de atılan her adım Türkiye kamuoyunda birbirine karşıt ve radikalleşmiş taraftar buluyordu.

İşte tüm bu çerçeve içinde sıkışıp kalmış bir Türkiye için acil çıkış yolu iç siyasette; yeniden demokratik zemine oturmaktan, güçler ayrılığı ilkesine sadık kalmaktan, parlamentonun saygınlığını geri kazanmasından, bağımsız ve tarafsız yargıdan, laik ve bilimsel eğitime dönüşten, traktörlerin tekerinin dönüp toprağın ekilmesinden, yüksek katmadeğer getiren yüksek teknolojiye yatırımdan, temel hak ve özgürlüklere saygıdan, özgür basından geçerken, dış siyasette ise; hem Doğu hem Batı ile ilişkilerin yeniden örülmesinden, komşu ülkelerin meşru yönetimlerine ve sınır bütünlüklerine saygıdan, evrensel hukuk değerlerine bağlılıktan, uluslararası kamuoyuna derdimizi doğru anlatacak liyakat sahibi insanların dış ilişkilerde ve bürokraside yetki sahibi olmasından ve barışçıl politikalardan geçiyor diyebiliriz.

Türkiye’de en önemlisi bir yönetim sorunu olduğunu görmemiz gerek. Bu kadar ciddi meselelere yönelik yapılan gayrı ciddi açıklamalar ve süregelen başkanlık tartışmaları ülkemizin uluslararası kamuoyundaki itibarını zedelemekle kalmıyor, geleceğe yönelik kaygılarımızı da arttırıyor. Tam da bu noktada Orhan Karaveli’nin Sakallı Celal adlı kitabından bir bölümle yazıyı sonlandırmak yerinde olabilir;

“Tanzimat ilan ettik olmadı
Meşrutiyet ilan ettik olmadı
Cumhuriyet ilan ettik olmadı
Biraz ciddiyet ilan etsek ne dersiniz?”

*Elfin TATAROĞLU
Bahçeşehir Üniversitesi
elfintataroglu@gmail.com